KİTABî 3
HİÇ UMUDU OLMAYAN ERKEKLERE, UMUDA LÜZUM OLMAYAN TAVSİYELER
Babam anneme, “Sen bir şey istiyor musun hayatım?” diye sordu. Ona açık büfe sorular, bana tercihli. Nefret ediyorum bundan. Babamla yolun karşısındaki büfeye gittik. Kendine bira aldı, anneme soda, bana da çilekli Max. Çubukta kalan son parçaları sıyırdıktan sonra Sedef’lere baktım, şemsiyelerini kapatmış gidiyorlardı, ufaklı yine ağlıyordu. Babama, “Bir fırt versene şu biradan.” dedim. Annem dehşetle baktı. Babam gülümsedi, birayı uzattı. Tam kafama dikecekken annem aldı şişeyi elimden, babamla beni sanki ikimiz de sekiz yaşındaymışız gibi bir tavırla süzdü. Çoğu zaman babamla beraber anneme karşı aynı cephede savaşıyormuşuz hissine kapılıyorum.
Kalbi aşık oldukları adamların ya da kadınların ihanetleriyle kanayan büyüklerinin ıstırabından habersiz kanı sadece dizdeki yara zanneden, aşkın büyük depremlerinde henüz enkaz altında kalmamış ve aşkı kızarmış ekmek üstünde balla kaymak zanneden, hayatın en zor sınavlarını dördüncü sınıftaki coğrafya sınavlarından ibaret zanneden ve henüz hayatla girecekleri sınavda kopya çekilemeyeceğinden habersiz oğlan çocuklarının hikayeleri… Mahalledeki cami avlusunda akşam ezanına kadar can hıraş top oynayan, çubuk krakeri sigara niyetine tüttüren, sevdiğini söylemeyi bilemedikleri için okul yolundaki tek katlı evlerin çatılarına çıkıp sevdikleri kızın kafasına kartopu atan oğlan çocuklarının hikayeleri… En kederli anda bile bir balonu gürültüyle patlatıp neşeyi hüzne ilaç yapan, annelerini meraktan çatlatıp bir akşamüstü incir ağacının en üst dalında kaybolan, küstüklerinde bir şişe gazoza tav olan, aldıkları zayıfa gelen azarla değil verdikleri güle gelmeyen bir buse nazarla azar azar kavrulan oğlan çocuklarının hikayeleri…
Hayatta aynı kızı sevmekten daha büyük ne dert olabilir ki? Tatile giderken annenle babanın seni kamyonla kova arasında bir seçim yapmaya zorlamalarından, ikisini de yanına alamayacak olmaktan daha büyük dert ne olabilir? Kantinde harçlığın yetmeyince Merve’ye tost ısmarlayamamaktan, sırf senden 15 yaş büyük diye bir kıza aşık olmanın yanlışlığından, boyun kazık kadar uzamışken hala sakallarının çıkmamasından, tek başına bara girememekten, itişirken camını kırdın diye herkesin içinde mahalle bakkalından bir ton azar yemekten daha büyük dert ne olabilir?
Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler kitabı, onca yıl durup durup tam taşınacaklarken açılan, sensorlu lambalar kendisini yok sayıp yanmayınca gururu kırılan ergenlerin hikayeleriyle dolu.
İnsana o umutsuz ergenlik yıllarını hatırlatmakla yetinmeyip zalimce o yıllara ışınlayan bir kitap bu. Belli belirsiz bir bakışla, nedeni belirsiz bir gülüşle ayakları yerden kesilen ve bu nedenle hayatı aklı beş karış havada yaşayan ergenlerin aslında biz olduğumuzu her satırında yüzümüze vuran, bitiremeden uykuya dalarsak rüyada bizi ele geçirmek için başucumuzda pusuya yatan bir kitap.
“...ayrıca imkan olsa terör örgütlerine veririm oyumu çünkü bu devletin yıkılmasını istiyorum, çünkü annem babam öldüğü zaman hiçbir şey yapmadı bu devlet, ayrıca yasemin düşünmek için süre istediği zaman hiçbir devlet büyüğünün araya girip işleri yoluna koymak için çaba sarf ettiğini de görmedim. hep boş vaatler; yaralar sarılmadı.”
Behzat Ç. adlı kahramanının peşinden çoğumuzu Ankara’nın her köşesinde katillerin, cinayetlerin, sokak kavgalarının, esrarengiz sırların ortasına sürükleyip polisiye delisi yapan Emrah Serbes, Erken Kaybedenler’de hepimizin ergenliğini öyle bir anlatıyor ki, kitabı annemizden terlik yediğimiz yaşların efsane gıdası olan koca bir salçalı ekmeği yer gibi bir tatla okuyacaksınız.
Afili Filintalar tayfasından Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler’ini bir umut okumaya yeltenenlere peşin peşin söylemeliyim ki bu kitabın bazı yan etkileri de var. Mesela başınız sıkıştığında vakit hangi vakit olursa olsun hiç düşünmeden arayabileceğiniz ve umut dolu sesini duymakla bile huzurla dolabileceğiniz kişi kim acaba diye düşünmeye başlarsınız; birisini bulamazsanız yandınız.
“…kış geldiğinde sedef'i bütünüyle unutmuştum. daha doğrusu şöyle; hatırlayıp hatırlayıp unutmuştum. sanki aramızda hiçbir şey yaşanmamış gibi. alelade bir yaz aşkı gibi. sanki sedef ancak ismi geçtiği zaman hatırlanan hayalet arkadaşlardan biriymiş gibi. sanki deniz kenarında bütün gün kumdan kale yapmamışız gibi, sanki pansiyonun sahanlığında yan yana oturup konuşmamışız, yıldızlara bakıp nedir bu kainatın esbabı mucibesi diye düşünmemişiz gibi. unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. o kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum.(...)”
Bu yazıyı Alper Canıgüz’ün Murat Menteş’in kitabının arkasına yazdığı ve çok kıskandığım bir sözle bitirmek isterim; Ben sevdim, eller alsın.
Yorumlar