fırtına

Bir fırtına bekliyordum. Çarpıp darmadağın olduğum kayalıklardan beni toplayacak, aklımdan hiç geçmeyen başlangıçlara götürecekti.
Senin sularında her yeni güne bilinmezlere uyanıyordu insan. Sabah olduğunda kalbimin kenarında gölgeler geziniyordu. Soru işaretleri, aşık oldukları cevaplarına kavuşamıyorlardı bir türlü. Seninleyken, geceyi birbirimizin neresinde geçirmiş olursak olalım, gün ağardığında yaşanacakları bilmek olanaksızdı.
Zihnimde karıncalar gezdirir, beni onlara soydururdun. Dudakların ezbere bilirdi yolu. Karnımı, kollarımın içini uyuşturmasan, sevişirken başka bir adam olmasan, kayan her kuyruğun yıldızına dilek bağlamaktan yorulurdum. Çıplaklığın her zaman sıcacıktı. Sana sokulduğumda, bir türlü ısınmayan ayaklarım ılık bir suya girmiş gibi olurdu. Oysa senin derinlerine inmek yasaktı. Gel-gitlerinin zamanı ve ayarı yoktu.
Kadifeler, satenler giyinip sana hazırlıklı olmak imkansız, kokular, tutkular sürünüp seni beklemek aklım için riskti.
Kimileri yaşamlarını başkasının kapısının önünde bırakıyorlar hem de üstünde hiçbir şey yazılı olmadan; sen de bu yüzden okuyamadın beni belki. Bende sana ait ne varsa nefes alamıyordu artık. Bana her bakışında içimi baştanbaşa dolaşan yangının izine rastlayamıyordum ne zamandır. Evde kaldığın gecelerin sabahında yalnızca bedenini değil, aklımı da alıp gidiyordun yanımdan.
Kağıt kesmece derslerinde öğrendik, her yeni duyguyu, her yeni ilişkiyi bir öncekinin üstüne koyup keserek kopya etmeyi. Bende farklı bir şey var zannettin değil mi? Yoktu. Sen ne kadar başkalaştıysan bir önceki ilişkinden bana gelene kadar, ben de o kadar farklıydım ancak.
Biliyordum; beklediğim fırtına gelecek ve ben o fırtına ile kendime geri dönecektim. Üstelik sonsuza dek yanında kalmak isteğimin çığlıklarına aldırmadan, seninle kalmak isteyen her yanımı gözden çıkararak, sözlerin, içimde en dayanıksız yerleri keşfetmeden geri dönecektim. İçime kapanmaya niyetim yoktu, dışımda ne varsa, senin dışında beni bekliyordu.
Fırtınanın habercisi ilk uğultu geldiğinde paniğe kapılmaya fırsatım bile olmadı. Çeteleler tutulmuş, imalı her sözcük ileride geri tepen silahlar gibi kullanılmak için ve sinirlerin en hassas yerlerine dokunup acıdan inletsin diye biriktirilmiş, her yapılanın altından sabırla aranan “başka niyetler’’ illaki bulunup bir kenarda yedeklenmiş, kavga kaç defa “geliyorum’’ demişti aslında. Aramızdaki çok cepheli savaşı yalnızca biz biliyorduk ve daha da gizleyecektik. Sen, geceleri bana uzatamadığın beyaz bayraklara sarılıp uyuyacak, sabahları benden izler arayacaktın onların üzerinde.
Yalnızlığın, kıyılarına başkalarını bırakacak ama sen o karanlıkta başkalarının hayatında asla ava çıkamayacaktın. Aramızdaki aşkı doyuran, emziren, büyüten arkadaşlık öldürülmüştü bir öğle vakti yatağın ortasında. Faili malum cinayetin delilleri, sırtını zevkle ve acıyla çizenlerin tırnaklarının arasından yine bizim lavabomuzda yok edilmişti. Bunları hatırlayıp, seni bütün dikenlerinle aklımın bir kuytu yerinde saklayacak, hafızam tazelensin diye ara sıra burnumu o dikenlere sürtecektim. Kendi kendini yok eden iki başlı dev gibiydik biz. İletişimsizliğimizin içinde ışıklarımızı söndürmüş oturuyorduk. Bekliyordum. Bana bir şeyler olacak, bir ses beni karaya çıkaracak ve sende yer yerinden oynayacaktı. Tabii, olası bir depreme ne kadar hazırlıklıysam, bu fırtınaya da ancak o kadar hazırlıklıydım.
Memesindeki ura aşık, tedaviyi kabul etmeyen kadınlar gibiydim. Ne kadar korksalar da, o kocaman, simsiyah dalgalarda denizle boğuşmayı seven, söz dinlemeyen çocuklardan farkım yoktu.
Ev, o günlerde çok korunaklı bir yer değildi; sana tutunmamı engelleyen yosunlarla doluydu. Bu evde başkalarıyla yaşadığın zamanların hızlı nefes alışları, kalp çarpışları, inlemeleri duvarlara, halılara, koltuklara sinmişti. Hiçbir seferinde yatağı bozmadın ama bu aramızdaki büyüyü bozmana engel olamadı işte. İçinizden taşanları etrafa sıçratmamak için ne kadar özen gösterdiyseniz de, yasak sevişmeler mutlaka leke yapıyor insanda.
Saate baktım, gece on biri yirmi geçiyordu; sevgilinin aranabileceği bir saatti. Şehrin bir ucundan kalkıp diğer ucundaki sevgiliye gidilebilecek bir saatti; ya da sevgilimin şehrin diğer bir ucundan gelmesini bekleyebileceğim, geldiğinde içimdeki en dayanıksız yerleri karşı koymadan ele geçirmesine izin verebileceğim bir saatti. Onun, elinde bir şişe şarap ve bir demet nergisle kapıya yaslanıp, “açtığın bütün yaraları iyileştirmeye, aklındaki dikenleri çıkarmaya, seni laciverdin en güzel tonuna boyamaya geldim.’’ diyen yüzünü hayal edebileceğim bir saatti.
Çok geç ya da çok erken değildi. Kuşkularla bilenmiş ve ikimizin içinde de en acımasız yerlere tam isabet fırlatılmış o keskin, sivri uçlu sözleri hala unutabilirdik. Sevgililer kavga edemezler mi? İnsan, kavga anında söylediği her şeyden sorumlu mudur? İhanete uğramanın en kötü yanı, kendini kör bir bıçak gibi hissetmek; aklın hiçbir şeyi kesmez olur.
O ihanetle ancak kendi şüphelerini bilersin. Unutmayı dilersin ama zihnin ona kayıp durur. Kayıp ilanları asarsın onunla yaşadığın duyguların her yerine.
Eğer ilişkinin başına bir şey gelirse, aklı başında olsun, içinin kanaması çabuk dursun, bir süre sonra bedeni yeniden başkalarına uysun diye bir yerlere kendinden bir şey saklamalı insan. O gece ağzımızdan çıkanlar, korkularımızın aklı başında kimsenin çıkmaya cesaret edemeyeceği tepelerinden aşağılara doğru her kelime ile büyüyerek düşen, her tarafa acılar, yitirişler savuran kocaman bir çığ gibiydi. Aslında biz birbirimizi kaybetmekten çok korkuyorduk.
Paid My Dues şarkısında, “hayat parolam demektir, bedelini ödedim, beni durduramazsınız.’’ diyen kadın bile, iri yarı, gözü dönmüş, çığırından çıkmış, kıskanç korkularımıza esir düştü. Ağzımızdan çıkanlar, kulağımızla kalbimiz arasındaki yolu bulamadı. Çığ altında kaldık. İlişkinin her yerinden ölümcül yaralar aldık. Bu fırtına, hiç beklemediğim bir taraftan esti ve tahribatı büyük oldu. Acil özür servisinin, en uzman aşk dokunuşlarının, sevgimizin yeniden nefes almasını, hayatta kalmasını sağlayacak en ateşli ruhi teneffüslerin hiç faydası olmadı. Birbirimizi kaybetmekten korkmuş ve bu korkunun kıskançlıklarımızı, sanrılarımızı kendi şiddeti ile besleyip büyütmesine engel olamamıştık. Ben o geceden sonra en yalnız, en güçsüz, en pişman olduğum zamanlarda radyodan, televizyondan, penceresi bana bakan seyrek kirpikli, lacivert gözlü mühendisin camları açık salonundan ansızın o şarkıyı duymakla lanetlenmiştim.
Anastacia, “nefret etmiyorum, iki ayağımın üzerinde kaldım, bedelini ödedim’’ diye tekrar ettikçe, yaralarım açılıyor, aklımın, kalbimin, vücudumda senin değdiğin yerlerin sızısı artıyordu.
Aradan aylar geçmişti; bir gece yine bağırmaya başladı Anastacia. Ben de pencereden avaz avaz sesleniyordum: “Kes şunun sesini.’’
Camlara çıkanlar hakkımda kim bilir ne düşünürlerken, seyrek kirpikli mühendis de –adı peygamber böceği- el işaretleriyle beni susturmaya çalışıyordu. İşte tam da o gece, gelişmeler başka türlü olsaydı ya da hiçbir şey gelişmeseydi, düştüğüm o zavallı durumun da lanetin bir parçası olduğuna inanabilirdim.
Az önce peygamber böceğiyle film izlerken saate baktım; on biri yirmi geçiyordu. Lanet, yeni bir ilişki ile hükmünü yitirmişti. Peşime eski gölgeleri salsa da, o şarkıyı bağıra bağıra, canıma iğneler saplanmadan söyleyebiliyordum. O fırtınada ben, çok önemli bir yanımı çığın altından tam zamanında kurtarabilmiştim.

Yorumlar

Popüler Yayınlar