vişnelik

Kadınların erkeklere hiç söylemedikleri girişleri vardır hayatın.
Ve yalnızca tek kişinin geçebileceği çıkışları... ne kızlar suçlu ne oğlanlar. Birbirimizden saklayacağımız sırlar, daha doğarken göbek kordonundan geçiyor bize.
Tabeladaki yazı neredeyse okunmuyordu. "Vişnelik"ten başka, Arif’in Zeliha’ya olan aşkı, Kızılcıklı tayfasından esaslı bir küfür, aşkı yaşatmak için içinden geçirilen okla tabelanın sağ alt köşesinde can çekişen bir kalp...
Vişnelik, vişnelik değildi artık. Apartmanlara karşı sözünü hala geçiren müstakil evlerin bahçelerinde tek tük kalmıştı vişneler. Üstelik Nisan’da da vişne olmaz. Tabelada ne yazdığı mühim değil. Burası yine de o sokak; kaçıp geldiğim, gelirken geçmişimden kimseyi, hiçbir şeyi getirmediğim sokak.
Çizginin diğer yanına geçmemek için, deli öykülere öykünüp deliriyor olmaktan korktuğumdan, Simirna’da hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi anladığımdan ve bazı şeyleri hiç anlamadığımdan gelip buraya yerleşmiştim.
Sokağın girişindeki okul o zaman gri boyalıydı, sarı çerçeveleri, kapıları, bahçe duvarları vardı. Şimdi mor ve lila boyanmış. Bu yeni renk yüzünden sanki okuldaki tüm müfredat da yenilenmiş gibi hissettim. Okulun yanındaki bakkal yoktu; o eski görüntüden eksilen bir yüz gibi...
Ben neden o fotoğrafın hiç değişmeyeceğini ummuşum ki...
Teneffüs zili aklımı yanlış bir delikten geçiren izci düdüğü gibi öttü. Sokağın iki tarafında tek katlı evler, bahçeli, müstakil evler vardı hala. Arkalarına şu akıllı apartmanlar dikilmiş ama dikiş iyi tutmamış. Sen gelmeden ısısını ayarlayan, sen kapıdan girerken ışıkları yanan apartmanlar kadar hatta daha akıllı bu tek katlı evler ve çok sadık. Sadık Abiler taşınmış, manavın bir tarafında onlar, bir tarafında Zerrin Ablalar oturuyordu o zaman. Zerrin Abla gitmiş, hastalık onu uzağa götürmüş ama bahçesinin koca kafalı mor pembe ortancaları, şimşirleri, süs biberleri hala duruyor.
İyi ki burnumu da getirmişim yanımda; akşamüstü kokusu bu bizim sokağın. İyiyim, o zamanlardaki gibi iyiyim.
Elif, okulun çaprazındaki kuaför dükkanını epeyce değiştirmiş ama kendisi hiç değişmemiş. Sarıldık, ayaküstü konuştuk. Çamaşırlık ve saç boyası lekeleri bir türlü çıkmayan havlular kapının önüne çıkmıyormuş artık. Kocaman dalga dalga, ışıklı bir tabela yaptırmış. Güvercinlik ve Bahçelievler’in kadınları bile ona geliyorlarmış.
Kuaför dükkanının duvarı hala flört ediyor Selim Abi’nin tekel bayiinin duvarıyla. Birbirlerine sarmaşık bulaştırmışlar, hangisinden öbürüne geçti bilmiyorum. Biz Elif ile konuşurken Selim Abi de çıktı kapıya, göbeğinden yine iyice sarılamadık ama içkiyi bırakmış, saçları da boyatmış; Elif’ e değil, "Elif boyasa sarıya boyardı, her giren sarışın çıkıyor bunun dükkanından" diyor. O zamanlardan kalma bir kahkaha çıkarıp ağzında yuvarladı Elif, sonra da onu yine yere düşürdü, bize de bulaştı kahkaha. Kalanlar mı çoktu gidenler mi bilemedim, neşemiz ürküp saklanmasın diye soramadım da.
Onlarla konuşurken sokağın öbür ucuna doğru da hiç bakmadım. Başımı çevirsem, eteğin kopçası gibi ayrılacaktı gölgenin iki ucu, zaman sıyrılıp yere düşecekti üstünden ve geçmiş sokak ortasında öylece çıplak kalacaktı. Bakmadım. Benim de kendimi taşa takılıp yırtılan kağıt gemiler gibi, en yukarıdan hızla düşen cam bardaklar gibi, nereyi açtığını unutan anahtarlar gibi, yokuş aşağıya sarsıla sarsıla inip sonrada devrilip dağılan at arabaları gibi hissettiğim oldu . Ama bunları hatırlamaya gelmedim buraya. Galiba bunları unuttuğumu kendime hatırlatmaya geldim.
Selim Abi de, Elif de çok merak ettilerse bile niye geldiğimi sormadılar, ne kadar kalacağımı da… Güzin de dönmüş yıllar sonra; bir subayla evlenip yeniden buralı olmuş. Baba-kız inatlaşmasını baba kazanmış "inadım inat, keyfim iki kanat" deyip bir kahkaha da Selim Abi yuvarladı tam ortamıza.
Biz gülüşürken, küçük, esmer, kara gözlü, seyrek kirpikli bir erkek çocuk geldi. "Uhu var mı?" diye sordu. Öyle bir ses tonuyla sordu ki kim olsa merak ederdi neyi yapıştıracağını.
Selim Abi hemen bir tokat yapıştırdı çocuğun ensesine şakadan, tespihini taburenin üstüne bırakıp içeri gitti, içeride çocuğu sözlüye kaldırmış sorular soruyordu hayat bilgisinden. Hayatla arası açılsa , o bilgilerin hayatın gönlünü almak için hiç işe yaramayacağını insan büyüyünce öğreniyor tabi. Çocuk, elinde uhu, Elif ile bana "iyi günler" dedi gitti. "Aynı babası" dedi Selim Abi; "aynı Zafer" dese, düşüp bayılırım diye korktu herhalde. Zafer’in aynısının tıpkısını arkasından seyrederken, sokak, içinde yaşamakla bitiremeyeceğim kadar uzadı uzadı. Uhuyu beynime sıkıp aklımı yapış yapış eden bu çocuk, sokağın sonundaki küf yeşili eve gitti dosdoğru. Dünyada başka lacivert yok zannederken sayısız tonunu bulduğum, tam kayıp düşecekken onun seyrek kirpikleriyle kendime yeniden tutunduğum o eve...
Elif bu kocaman dalgayla hiçbir yere çarpmamak için kaçıp müşterisine sığındı. Selim Abi de beni tutup tabureye oturttu.
Kafamın içinde bir adam bağırıyor: "Why don’t you and I ? Seni bulduğum andan beri ayakkabılarımda küçük kanatlar varmış gibi yürüyorum, niçin seninle ben olmayalım?" Hayata birlikte karışacağımız yerde, biz durmadan birbirimize karıştık.
Aşk başladığı gibi sürmez. Topuklu ayakkabılar, uçuşan danteller, kadife minderler, kristal boncuklar gibi başlar, koşa koşa gidilir sevgiliye ve istemeden, hiç istemeden eve dönülür. Gecenin uykusuz, gündüzün işsiz geçen zamanları yetmez onu düşünmeye. Uykularından çalar, işten kaçar onu getirirsin aklına. Eline mutfak tezgahı değse, onun eli diye irkilirsin.
Ama aşk değişir, başladığı gibi sürmez. Aşık adamlar için en çok anneleri üzülür. Aşık adamları üzen(!), onlara "hayır" diyen kadınlar o adamların annelerinden çok ah alırlar; "sen de yan inşallah aşkın ateşlerinde".
Ama o anneler, oğullarının bir kadını çileden çıkaran yanlarını bilmezler. Oğullarının, kendine aşık olmaya, sonuna kadar onunla kalmaya hazır bir kadının canı yana yana başka bir yana gitmesine sebep olan yanlarını bilmezler. Aklımdan geçenleri, gözlerimden kırptıklarıyla birleştirip anlamaya çalışıyordu Selim Abi. Bana iyi gelecek, dilimi çözecek şeyi unutmamış; "Gel hadi" dedi, onun dükkana girip oturduk. Bir şişe acıbadem likörü açtı. Kokusuna tutunan kelimeler ağzımı yırtıp dışarıya koşuşuyorlardı. "Benden alıp götürdüğü şeylerin peşine düştüm, herkes beni onun peşindeyim sandı" dedim. Gazetelerin 3. sayfalarında okuduğumuz yaşamlardan, siren seslerinin ortasındaki yıkıntılardan, gözlerimize asılı kalan çığlıklı manzaralardan sonra insan kendi kendine kızmadan edemiyor –bir aşkın ezdiği kalbim nasıl olur da bu kadar acır diye. İlişkiler öfkeyle bitince, açık yaralar gibi dolaşıyor insan bir süre.
Ama şairin dediği gibi, yüzünü ıslatmadan ağlayan adamlara aşık olan kadınlar, ateşi kendi içlerinde kızılcık şurubuyla söndürmeyi öğreniyorlar, hem de tarifini o adamların annelerinden aldıkları kızılcık şurubuyla.
Bana o tarifi öğreten kadına aşık yaşadı Selim Abi de. Ben kendimle konuşurken o da kendini dinliyordu. İkimiz de kendimizden başkasına anlatamadık halimizi. Zafer’in annesi bir gece terk etti onu, ben de bir gece Zafer’i. Geceleri gündüzlerden ayıran en önemli yan, kalbimizin aklımızı erkenden yatırıp uyutması, bizi tek başımıza ele geçirmesidir. Ayrılık gecenin diğer adıdır. Herkes zanneder ki gündüzleri yola çıkar ayrılanlar, evler gündüzleri terk edilir, gündüzleri binilir başka şehre, başka eve giden otobüslere.
Oysa gündüzleri bunu yapmaya cesareti yoktur kimsenin, gündüzleri gidenler de hep geri gelir zaten. Geceleri başlar ayrılıklar. Ve geceleri ayrılığın acısı daha oluk oluk akar, bütün dallarını kıra kıra, aklının en çiçekli yerlerinden geniş alanları kendine katarak yürür.
Sokağı boydan boya yürüyüp o küf boyalı eve gitmek geçseydi içimden, yanımda durmadan iç çeken o koca göbek bile bana engel olamazdı. Ama ben o sıra, kendime giden köprüyü bile geçecek halde değildim. Oturmaya devam ettim. Gece yalanları kanamalı hastalara çevirir insanı, ucu çentikli demir sopayı içimize sokup sağa sola çevirir.
Yalanını kendisi itiraf etti Zafer. Yalan söylediği için değil, tek bir yalanla hayatından koşar adım gideceğimi bildiği halde söylediği için o gece ben başka bir şehre gittim. Ondan uzaklaştıkça esnemedi aramızdaki şey, gerildi. Canımızın en çok yandığı an da, koptuğunda uçlarının bize çarptığı an oldu. Yalnızca Zafer’in baktığında görebileceği bir iz var hala. Aynı izin onda da durduğunu, o seyrek kirpikli çocuğun annesini değil, zaman zaman yalnızca Zafer’i rahatsız ettiğini biliyorum.
Ve o şarkıyı hala dinlediğini de. Eski terminallerde, sokağın karanlık bir köşesinde, geceleri boşalan sebze hallerinde, üstüne bir tek dalgaların oturduğu bir kayanın tepesinde kendi halinde birini görürsen, onun dilinde kesin bir şarkı vardır, duymasan da görürsün, şarkının ucu sarkıyordur dudağının kenarından. Birinin hayatına kalbinden geçip girdiğinizde, zamanla kendimize bir şarkı, bir isim, bir renk, bir koku, bir çiçek, bir mevsim ediniriz. Ayrılırken de sonsuza dek onda emanet kalır bunlar. Emanete hıyanet olmaz, belki de bu yüzden çekip kökünden sökmek, unutmak yerine o emanet ayrıntıları sulamaya, canlı tutmaya devam ederiz. Benim de şarkılarım, lacivertlerim, nergislerim, kahvaltılık maydanozlarım, sonbaharlarım onda kaldı. İçlerinden birini ne zaman görse, duysa hepsinin birden filizlendiğine eminim. Selim Abi’yle aynı şişeden acıbadem likörü içerken ben de içimde ondan kalan emanetleri suladım durdum.
Niçin seninle ben olmayalım? Bu defa yüksek sesle sordum soruyu. Bir tuhaf baktı Selim Abi. Zafer bu soruyu yıllar önce ödünç almıştı Santana’dan ve bana Santana ile beraber neredeyse bir milyon kez sormuştu; Why don’t you and I? Olamadık işte. Çünkü birbirine bölünemeyen sayılarla bölme yaptığında ortaya sadece kendine bölünebilen sayılar çıkıyor.

Yorumlar

Popüler Yayınlar