KİTABî 10
ZAMAN, NEREDE NE RENGE DÖNER BELLİ Mİ
OLUR
“Cellatlar, hazineler ve şehrin altındaki, en çok da tam evlerinin
bulunduğu semtin altındaki korkunç dehlizler... Çekyatın altındaki nefesin
yerini alan, yeraltındaki dehlizler... Hem de şu tek göz odanın sırtını
dayadığı duvarın hemen altından geçen dehlizler... Hüsran bunları düşünürken
birden o korkunç olasılığı fark etti. Geceleri duyduğu nefes sesi belki de
çekyatın altından değil, yerin altından, o derin, o uçsuz bucaksız yılan
kıvrımlı dehlizlerden geliyordu. Belki de tam Hüsran'ın yattığı yerin altından,
bir zamanlar içinden altınlar ve oluk oluk kanlar akan kapkaranlık bir dehliz
geçiyordu.”
Küçükken uykudan önce ya da sabahın ılık koynunda kimlerden
dinlediniz masalları? Masalın kendi kadar masalı anlatanın hayal ustalığı da
önemli. Sesi dağların tepelerindeki uğultulara, çakalların bağırışlarına
karışan, tedirgin adımlarımızın hevesli âşıklar gibi gözü kara cesareti ile
bizi gözlerindeki esrarlı kuyuya doğru çeken bir masal anlatıcınız oldu mu? Bin
yaşında gibi görünen ama anlatırken kanı deli bir ergenin iştahıyla masal
kahramanlarını ete kemiğe büründüren bir delisi var mıydı mahallenizin? O büyülü masalları
anlatan nesiller yok artık sanıyorsunuz değil mi? Onlar masallardaki o sekiz
kanatlı kartalların sırtında başka dünyalara, başka zamanlara gittiler
sanıyorsunuz. O masallar bir daha anlatılmayacak sanıyorsunuz. Doğru, gittiler
hem de çoktan ama bence birisi geri geldi. Mine Söğüt’ü bence onlar
gönderdiler; bize o büyülü masalları anlatmaya devam etsin, hayatın efsunlu
yanlarına yüzümüzü sürecek cesareti bize usul usul versin diye onu geri
gönderdiler. Onu geri gönderdiler ki biz geceleri yatakların altında türlü
oyunlar çeviren oynaşıklardan, önünden geçip gittiğimiz ve içinde normal
hayatlar yaşanıyor sandığımız apartmanların cinlere bile akıl oynattıran
gizlerinden, üç harflilerin bize beş harfli kılığında gözlerini diken
yüzlerinden, karanlığın yazılarından haberdar olalım.
Kırmızı Zaman’ı okurken kendini zamanın olmadığı bir yerde gibi
hissedecek ve kitabı elinden her bırakışında bedeninin mevcut zamanına dönmekte
biraz zorlanacak oluşun bundan. Zaman’ın peşinden sen de o dehlizlerden
geçecek, bir Çingene delikanlının ateşli kanını senin kendi damarlarında
dolaşıyor zannedecek olman da bundan.
Mine Söğüt diyor ki;
"Bu romandaki İstanbul, efsaneler, insanlar, balıklar, kayıklar,
iskeleler, saraylar, dehlizler, kesik başlar, mezarlar, hastaneler, morglar,
denizkızları, cinayetler, katiller, cellatlar, deliler yani her şey uydurmadır.
Yok eğer 'Bunların hepsi gerçek, Haliç'te kırmızı bir kayık durur ve içinde
Zaman Dayı yaşar, eski mezarlarda kesik cellat kafaları yatar, küçük kızlar
mezar taşlarına dünyanın en güzel şiirlerini yazarlar, genç bir adam paramparça
bir baba arar, her şeyi gören bir kambur hep susar ve İstanbul'un altında sır
dolu dehlizler var diyen birisi çıkar da beni yalanlarsa, ne mutlu bana."
“Oğlu Zobi'ye gelince... O yakışıklı bir Çingene
delikanlısı olarak komşu gavur mahallelerin yanına yaklaşılması imkansız,
porselen tenli güzellerinden birine dokunabilme ve dokunmakla da kalmayıp onu
gebe bırakmış olma onurunu bir kaç yıl göğsünü gere gere Lonca'da taşıdı.
Zengin ama çirkin Yahudi oğlanların, güzeller güzeli Çingene kızları kirlettiği
çok görülmüştü ama beş parasız bir Kıpti’nin, zengin evin prenses kızının
koynuna girdiği pek görülmüş şey değildi.”
Duvarlara dokunup acaba gizli bir kapı
var mıdır diye yoklamak, çocukluğa ve deliliğe mi yakışır sadece. Ya varsa? Ya
her an sırtımızı yasladığımız o duvar, küçük dilimizi yutturacak kadar garip
bir yere açılan o bin yıllık kapıysa. Arada sırada bir umut duvarları
yoklayanlarla, onların sadece duvar olduğuna inananlar arasında fotoğrafların
kanıtlayamayacağı uçurumlar vardır. Onlar her gün aynı sokaktan gidip gelseler
de birbirlerinin dünyaları hakkında pek fikirleri yoktur. Kırmızı Zaman, Mine
Söğüt’ün kırmızı ve kesik ve başka kimselerde olmayan ve ucu ruhumun etinde
tatlı izler bırakacak kadar sivri ve ele sığmayacak kadar büyük ve mezarlık
taşından oyulup içine cennet kurşunu konularak yapılmış kaleminin,
yaslandığımız o duvara çizdiği bir işaret aslında.
‘Git bak, belki orada başka bir dünya
vardır, belki mezar taşlarına birileri gizli gizli şiirler yazıyordur, belki
aklın küçük bir kazanın içinde kaynarken yüreğini soğutacak o serin ırmaklar
sana yakın bir yerde akıyordur, belki onun da sana söyleyecekleri vardır ama
kargaların tanrısı epey önce yüreğinin dilini kesmiştir de sana bakınca
konuşamıyordur, belki ölü bir yılan gibi duran o halatın ucu sahici bir
özgürlüğün dalına bağlıdır.’ diyen bir işaret aslında.
Kırmızı Zaman’da her kapı, her duvar,
her ağaç kavuğu seni daha önce görmene imkân bile olmayan yerlere çıkarabilir;
cesaretin varsa bunu yapabilir.
Her kitabında, her hikâyesinde, her
masalında olduğu gibi Mine Söğüt Kırmızı Zaman’da da okurunu fazla ön yargılı
olma hali ile yüzleştiriyor. Okuduklarına şaşırdıkça sen de bu yüzleşmenin
altına ‘kabulümdür’ diye imza atacak kıvama geliyorsun. ‘Ben öyle sanıyordum’
dediğin anları düşün; öyle dediğin ve işin aslının öyle olmadığı anları.
Sanmadan yaşayamaz tabii insan ama Kırmızı Zaman da dahil Mine Söğüt’ün
kitapları bu sanma hallerinin bazen nasıl da için için yanma hallerine
dönüşebildiğini anlatıyor.
”Ama kayık, kaderini bizzat yazdı. Mezbaha kıyısından uzaklaşıp, kana yaraşır kırmızısıyla kendi yolunu kendi buldu; Zaman'ın delikten çıktığı gecenin sabahı karşı kıyıya vardı. Bu karşılaşmada tanrısal bir şey vardı. Haliç'in tembel dalgaları kan renkli kayıkla, dehlizlerden gelen kan tarihli adamı buluşturmayı görev saydı.”
Kürek çekenler ve geniş
sularda derine dalanlar bilirler, bunun sonu yoktur, gittikçe gidesin gelir,
gitmezsen aklın hep orada kalır ve sana huzur vermez. Biraz daha, bir adım
daha, birkaç metre daha, bir köşe daha, öbür sokağa kadar, birkaç kürek daha;
sonra bırakacağım ve döneceğim… Asla öyle olmaz. Kırmızı Zaman, insanın
korkularına rağmen merakının şehvetine nasıl sımsıkı sarıldığını anlatıyor.
Korktuğumuzun başımıza gelmesine engel olamayacağımızı ve o zaman geldiğinde
neler olacağını anlatıyor. Bundan sonra kambur bir adam gördüğümde asla eskisi
gibi, ‘normal’ olarak geçip gidemeyeceğim yanından.
Yorumlar