KİTABÎ 11
EY SEVGİLİ YAŞAM, BU ŞARKIYI DA BENİM
İÇİN ÇAL
Böyle zamanlarda kadere lanet eder,
bağırır, çağırır, rapor alıp evine çekilirdi. Evde pijamalarını giyip içine
kapanır, raporlu olduğu süre boyunca dışarıya çıkmaz, doğru dürüst yemez içmez,
hızla kilo verir, teyp ve kaset devrine çoktan geçildiği halde ısrarla
kullandığı portatif pikabındaki kırkbeşlik plaktan sabah akşam ayını şarkıyı
dinlerdi; Seçil Heper’den ‘Nur saklımızın, gül ki bahar bahtına yansın / Sen
başka ziya, başka hayal, başka zamansın.’ Bu şarkının içli sözlerinde,
gerçekleştiremediği kendisini buluyor; kader gülmüş olsa başka bir Ziya
olacağına ama ne yazık ki yaşamın ona en ufacık bir mutluluğu bile çok gördüğüne
bütün varlığıyla inanıyordu.
Yaşam, herkese aynı davranmıyor. Bazılarını, köklü bir sülalenin
kısır oğluna erkek evlat vermiş gelin gibi kucaklayıp bağrına basarken,
bazılarını da çürümüş et gibi akbabaların önüne atıyor. Tabii yaşamın
planlarından bağımsız olarak ve ona haddini bildirircesine harekete geçip
bindiğimiz trenin uçuruma doğru olan yönünü değiştirerek bizi kurtaran, adına
herkes tarafından ‘şans’ denilen ahbap da her zaman yan gelip yapmıyor. Yaşamın
ayrımcılık yaptığı, kimilerini yalılarda, kimilerini çalılarda yaşattığı
durumlarda ‘şans’ da her zaman armut toplamıyor. Yazdığı her şeyi güldüren,
umutlandıran, inandıran, cesaretlendiren bir büyü gibi üstümüze üfleyen Ayfer
Tunç, yaşamın ve şansın aynı coğrafyada bir avuç insana neler yapabileceğini, o
insanların hayatlarının nasıl arapsaçı gibi birbirine dolanıp ama yine de su
gibi hiç karışmadan kalabileceğini anlatıyor.
Kimilerine olur, kitap orada öylece durur ama içeride türlü türlü
olaylar cereyan eder ve sizin aklınız sürekli kitaba gider; sanki okumadığınız
zamanlarda çok şey kaçıracakmışsınız ve kahramanlar sizden habersiz çok acayip
şeyler yaşayacaklarmış gibi.
Suzan Defter, Yeşil Peri Gecesi, Kapak Kızı da yıldız başlı sekizlik vida gibiydiler; içimize gidip bir yerleri oydularsa da aklımızla kalbimizi birbirine sıkı sıkıya tutundurma işini de gördüler en sağlamından. Bu kitapsa, iç sıkıntımızın geniş bir ovaya doğru silkelenen ve silkelendikçe havalanan, havalandıkça ferahlayan, ferahladıkça uçası gelen sofra bezi hali. Ayfer Tunç'un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, kitap
rafında öyle kitap gibi durup duran kitaplardan değil. İçinde yaşamları
hakkında başlangıçta fikir bile yürütemeyeceğiniz türden garip, normal, kaçık,
temizlik hastası, saf, cahil, akıllı, fesat, iyi kalpliliği tiksinti düzeyinde,
oralı, buralı, ciğeri beş para etmez, kalbi altın kadar ışıltılı insanlar
yaşıyor. Hemşireler, başhekimler, bakan eşleri, esnaflar, müteahhitler, gece
bekçileri, ev kadınları, üvey oğullar, taksiciler, paşalar, emekli edebiyat
öğretmenleri, zabıtalar, muhasebeciler, kalburüstü mahalle esnafı, kalburdan
düşmüşler, güzellik kraliçeleri, marangozlar, kaçak domuz avcıları, zengin
halalar, eltiler, kayınpederler, serseri öğrenciler, kız gibi erkekler, erkek
gibi kızlar, hanımlar, beyler… Hepsinin de ayrı ayrı roman olacak türden
olaylarla dolu yaşamını, tek bir romanda hepsinin ağırlayan akşam yemeğinin
yendiği dev masanın dantel örtüsü gibi örmüş Ayfer Tunç. Bu acayip örgünün ilmekleri
arasında, kitabı elinize alıncaya kadar varlıklarının esamesi okunmayan bunca
insanın tuhaflıkları arasında, akıllılarla deliler arasında kendinize bu kadar
kolay, bu kadar çabuk ve bu kadar muhabbet dolu bir yer bulabildiğinize
şaşırmayı bile unutacaksınız.
“Aramayı bile
reddettiği için kedisine bir hayat arkadaşı bulamamış olan yalnız ve yorgun
cerrah, ne zaman bu tür geri dönüşsüz operasyonları yapmak zorunda kalsa, kadere
lanet konulu periyodik bunalımlarından birine girerdi. Kapısında yazan koskoca
devlet ibaresine rağmen, devlet tarafından sürekli ihmal edilen; talepleri
gerekçeli gerekçesiz geri çevrilen hastanede yaşanan araç, gereç, ilaç
eksikliğinin kendisini bu operasyonlara çok sık mecbur ettiğini söylese de sık
sık girdiği bunalımlar ve yaptığı ameliyatlar hakkında rivayet muhtelifti.
İyimserler, cerrahın kurtarılabilecek organları malzeme yokluğu ve tıbbı
donanım eksikliği nedeniyle kurtaramadığı için bunalıma girdiğini söylüyorlar;
kötümserler ise cerrahın yine bunalıma girdiği için kol, bacak veya kulak
kepçesini kestiğini, bu organların çoğunun aslında kurtarılabilecek durumda
olduğunu iddia ediyorlardı.”
Bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde geçen, zaman ve mekan
sınırları olmayan bir kitap bu. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
görmüşlüğünüz, içine girmişliğiniz, içinde öyle ya da böyle herhangi bir
nedenle kalmışlığınız, öyle bir yeri yakından tanımışlığınız var mı? Böyle bir
yerde akıl aramak pek mantıklı olmayacaksa bile onca akıl yoksununun bunca
akıllıyı sulu götürüp susuz getirecek türden garipliklerine alışmanız sadece
birkaç sayfa sürecek. Bütün gün hastanede elinde kek tabağıyla gezen Nebahat
Hanım’ın neden böyle saçma davrandığını, Bedia Hanım’ın üvey oğlu iken ikinci
kocası olan Erdem Bey’in esrarını, Vekil Bey’in biricik oğlu yakışıklı damat
Suphi’nin kumarbazlığının nelere mâl olduğunu, fotoğrafçı Karnik’in ününün
nereden geldiğini öğrenmeye giden satırlarda başka başka ayrıntıların tatlı rayihasıyla
dalıp gideceksiniz.
Neler neler olacak siz okurken. Yanınızdan kimler kimler geçecek.
Bazıları daha önce duymanıza imkan bile olmayan küfürleriyle, bazıları yağlı
saçlarıyla, bazıları kendisinden yirmi beş yaş büyük karısına olan büyük
aşklarıyla kacak aklınızda. Kitapta toplam kaç karakter olduğunu yazarın
kendisi bile pek kesin bilmiyor, zaten siz de çoğunu unuttuğunuzu
zannedeceksiniz kitap bitince. Öyle olmayacak oysa; bir gün Etiler’de bir
restorana gideceksiniz ve daha “Etiler’de bir restoran” derken, kumarhaneci
Reşat Özyılmazel’i yani Mesarati Reşat’ı karşınızda göreceksiniz. Onlar olur
olmaz yerlerde aklınıza gelip karşınıza çıktıklarında bazen ‘deliriyor muyum
acaba’ diye düşüneceksiniz ama sıkıntıya gerek yok. Bu kitaptan sonra o şahane kadını, Ayfer Tunç'u daha derin bir tutku ile seveceksiniz ve her seferinde, orada anlatılanlar
gibi bir yaşamınız olmadığı için derin bir oh çekeceksiniz.
“Karadeniz
şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için
görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan bir Ruh Sağlığı
Hastanesinin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü
Birinci, 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği Korumak
mı? Başlıklı bir konferans veriyordu. Nietzsche’den aparttığı bir cümleyi konu
başlığı olarak seçen Ülkü Bey, psikoloji doçentiydi, İstanbul’da uyduruk bir
özel üniversitede görevliydi. Çoğunluğu mankafa olan öğrencilerine ders
anlatırken kullandığı yüksek tansiyonlu üslubuyla konuşuyordu kürsüde.”
Yorumlar