KİTABÎ 13

KOKUDAN DAHA KALICI BİR İZ VAR MI

“Aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı özgün ve yeri doldurulamaz biri yapmasıdır. Aşkla mantığın farkı da şudur: Aşkın gözünde bir kurbağa pekala prens olabilir. Oysa mantıkçının analizinde, aşığın, önce o kurbağanın prens olduğunu kanıtlaması gerekir ki bu girişim nice tutkunun parıltısını körletmeye yeter. Mantık, aşkı sınırlar. Descartes’in hiç evlenmemesinin nedeni buydu belki de. Descartes mantık çağının mimarıdır. 1628 yılında Paris’ten, aşıklar kentinden, sırf orada kafası dağılıyor diye kaçmıştır. Gidip Hollanda’ya yerleşmiştir. 1649’un sonlarında Stockholm’e davet edilmiş, Kraliçe Christina’ya felsefe dersleri vermesi istenmiş, Decartes bunu hemen kabul etmiştir. Belki ücret dolgundu. Bir nedeni vardı mutlaka. Kraliçe Christina bu dersleri yatağına uzanmış olarak dinlerdi. Çoğu zaman çıplak olurdu.”

Geçmişten bazı anların hafızamızda kokuları ile işaretlenmiş olmaları şaşkınlık yaratıcıdır. O anı tamamen unuttuğumuzu sandığımız halde bir gün bir sokaktan geçerken ya da sıcak bir rüzgarı demli bir çay gibi içerken o anın kokusu bizi yeniden ele geçirir ve ‘hatırlarız’. Kokunun hatırlatmadaki kabiliyeti, sıradan bir günü hayatımızın en önemli gününe çevirecek türdendir. Kokunun bir insana ya da bir hayvana yapabilecekleri kadar yaptırabilecekleri de bir insanın ya da bir hayvanın daha önce asla tecrübe etmediği kadar inanılmaz şeyler olabilir. Sadece bir kokunun peşinden giderek çözülmüş kimbilir ne faili meçhul cinayetler, ortaya çıkarılmış ne gerçekler, tarihin sayfalarına kazınmış ne acayip olaylar vardır. Kokunun bıraktığı izin nelere neden olabileceğine dair kafa yormalar sonucu yaratılmış hikayelerin filmleri festivallerde dünyanın ödülünü kazanmış, basit gibi görünen bir koku izi yüzünden kuvvetle muhtemel yeryüzü akla durgunluk verecek pek çok olaya sahne olmuştur. Bir erkek ceketinin üzerinde bir kaçamaktan kalma görünmez bir koku izi yüzünden tanrı bilir ki kaç aşk can çekişerek ölüp gitmiştir. Tom Robbins, akıl oyunları oynatmaya, bu oyunların içinde okuruna bazen dehşet verici, bazen de tadına doyulmaz cennet bahçelerindeymiş gibi lezzet verici maceralar yaşatmaya bayılan bir yazar. Kendisi, insanın yani senin, benim, evdekilerin, sokakta az önce yanından geçerken halini düşündüğün delikanlının geçmekte olduğu hayati bir sınavın orta yerinde, hepimize birden hayatın kendisini düşündürtüyor. Neyin içinde olduğumuzu, neyin peşinde olduğumuzu… Parfümün Dansı, bizi mantıkla ve mantıksızlıkla, içgüdülerle, akıl ve akılsızlıkla, zevkle ve zevksizlikle, şehvetle ve kokuşmuş bir ruhsuzlukla aynı anda tanıştırıyor.

Tavşan devam ediyordu: “Koku, ölmekte olan bir insanı en son terk eden duyudur. Görme, duyma ve hatta dokunma gittikten sonra, ölmek üzere olanlar koku duyularına tutunurlar. Böyle olması, biz parfümcülerin çalışma alanının ne kadar önemli olduğunu anlatmıyor mu?
Koku, en eski anılarımız için bir kanaldır. Beri yandan gelecek yaşamımıza da bizimle birlikte girebilir. Bu arada da insanı keyiflendirir, hayal gücünü körükler, düşünceleri biçimlendirir, davranışı değiştirir. Geçmişle en güçlü bağımız, geleceğe olan yolculuğumuzda en sadık yol arkadaşımızdır. Tarih öncesi, tarih, sonraki yaşam; hep onun alanıdır. Koku pekala ebediyetin simgesi olabilir.

Bildiğiniz tarihin, aslında başka türlü yazılmasına ramak kalmış ama tam o sırada bir şeyler olmuş da tencere devrilmekten kurtulmuş gibi bir yeri de var ve yazar da öyle tahmin ediyor ki biz o yeri ne duyduk, ne gördük. Parfümün Dansı’nda çıkacağımız yolculuk bizi işte tam da o yere götürüyor. Eminim o yere vardığında ne yapacağını bilen birisi henüz çıkmamıştır. Bu kitapta yeni arkadaşlar edineceksiniz. Arkadaş dediğiniz her zaman iyi olmaz, kötü ve buna rağmen bizim asla vazgeçemediğimiz arkadaşlarımız da vardır. Bay Mantıksız, Bay İçgüdü, Bay Hayvani Sır, Bay Çingene, Bay Koku, Bay Aydedeye Havlayan, Bay Şaşırtıp Kaçan, Bay Mastürbasyon, Bay İnatçı Güç, Bay Küstahlık…

Orta çağ, tarihin beline, biradan şişmiş bir göbek gibi asılmış duruyordu. Onu yok etmek için aerobik danslarına, sıkı perhizlere başvurmanın da zamanı geçmişti. Tarih bundan böyle sonuna kadar 48 numara don giymek zorunda kalacaktı. O koca midenin ta dibinde, koyu renk, sirkemsi sıvılar arasında, bin yıllık bir yürek yangınının alevlerinden önemli simalar çıkıyor ama sonunda onlar da sindiriliyor, göbeğin içindeki bulamaca karışıyorlardı. Clovis, Charlemagne, 1. Otto, Fatih William, Viking Kralı Rurik, Papa Leo, Gutenberg ve tabaklar dolusu ünlü generaller, krallar, düşünürler, papalar fermante oluyor, eriyordu. Bizim minik çiftimiz Alobar’la Kurda, sindirilmez olduklarını kanıtlıyordu. Balinaların midesini bulandıran sert ahtapot gagalarının esmeramber kusturması gibi. Evet, ahtapot gagaları gibiydi bizim çift. Ya da maraskin kirazları gibi.

Bu kitaptaki yolculuğun en ilginç kişisi olan keçi ayaklı, zevk ve bereket tanrısı Pan, gerçek dünyada pek de arkadaşlık edeceğimiz türden birisi değil ama kitaptaki yenidünyada onunla bir mağaradaki büyülü havuzda yüzmek, kitabı okuduğunuz süre boyunca size o kadar da garip gelmeyecek. İşin zor kısmı kitap bitince... Kitap bittiği andan itibaren bu dünya size yetmeyecek.

İnsan New Orleans’a adımını attığı dakikada ıslak, koyu renk bir şey hemen üzerine atlar, azma zamanı gelmiş bataklık köpeği gibi bela olur başına. New Orleans’ın bu etkisinden kurtulmanın tek yolu, onu yemektir.





Yorumlar

Popüler Yayınlar