KİTABî 20
ŞURADA BİR YOL VAR GÖRDÜN MÜ
“Kalabalıkla beslenen baş döndürücü
bir kaosun merkezinde yaşamayı seviyordu Arif. Kalabalığı sevmiyordu yine de.
Aynı sokağa her çıktığında etrafta farklı insanlar, yabancı yüzler olmasını
tercih ediyordu. Kendisini
tanımayan, bir yerden gözü ısırmayan, ne iş yaptığını bilmeyen insanların
arasında olmak nu ferahlatıyordu. Bütün sakinlerinin adını bildiği,
gülümseyerek kendisini süzdüğü, yardımına koştuğu; bakkalıyla, kasabıyla,
manavıyla ayrı ayrı selamlaştığı bir sokakta olduğunu düşündüğü zaman boğulacak
gibi oluyordu. Herkesin birbirini avucunun içi gibi bildiği, ‘sıcacık’ bir
mahalle ortamı, müthiş bir korku filmi setiydi onun için.”
Dün sabah çalar saatle rüya aleminden lanetli biçimde kovulup hayatın
telaşını kendi soluğu ile eşitlemeye çalışan bir reklamcıyken, bu sabah ıssız
ve sessiz bir kasabadaki gara yanaşmak üzere hızını insan adımına eşitlemiş bir
hızlı tren gibi hayatının yeni dönemine yanaşmaya çalışan bir işsiz reklamcı
olarak başlasaydın güne?
Ev de çok soğuk olsaydı. İçindeki saçaklı, kıpırtılı, macun
kıvamındaki tedirginlik sana kendini Gregor Samsa’nın kaderini yaşıyormuşsun
gibi hissettirseydi.
“Sesten uzaklaştıkça
hızlanıyordum, hızlandıkça sesten uzaklaşıyordum. Bacaklarımın üst kısımları
ateşe atılmış odunlar gibi yanıyordu. …Dev bir uçak, iki yana kıvılcımlar
püskürterek piste indim. Bir süre daha istemsizce koştuktan sonra nihayet
yürümeye başladım. …Bacaklarım titriyordu. Odunlar, kül olmak üzereyken ateşten
çıkmıştı.”
Arif’le birlikte rüya görecek, marketten aldığınız 12’li yumurta
violündeki yumurtaları birlikte ağır ağır buzdolabına yerleştirecek, DVD’cinin
önünden geçerken yeni film var mı diye birlikte bakacak, hamsileri gazete kağıdında
birlikte unlayıp arada unlu gazetenin ünlü haberlerine doğru birlikte göz
kaydıracak, evin buz gibi havasına daha bir iki sayfada alışacak, arada
birlikte beste yapmaya çalışacak ve ya tutarsa diye şarkı sözleri yazmaya meyil
edecesin, arka sokakta çakma saatleri tezgaha dizmiş karanlık suratlı satıcıya
olmayacak bir şaka yapıp geceyi ince bir yerden azıcık aydınlatmaya
çalışacaksın, bazen eve girer girmez ısıtıcıyı Arif’ten önce yakacak ve hatta
akşamları kahverengi battaniyeyi üstüne alıp sen de salondaki öbür kanepeye
uzanacaksın. Hakan Bıçakçı, ‘başka bir hayatım olmalı, bir şeyler yapmalı,
çevreyi değiştirip yeni bir kanka ağı örmeli’ diyen ve fakat bunun olabilmesi
için makinenin düğmesine basmaya bir türlü yeltenmeyen o çok tanıdık insanı,
‘sen nerden çıktın yaaa’ dedirtecek bir gerçeklikle getirip yandaki boş
sandalyeye oturtuyor.
Bundan sonrası kolay. Daha o anda Arif rica etse, “kanka şu işin
ucundan bi’ tut sana zahmet” dese, yeni tuttuğu evi temizlemeye gider, bütün
kolileri yeni eve taşıyıp yerleştirmeye başlarsın.
Tedirginlik bulaşıcıdır, biliyor muydun? Tedirgin birisi Arif.
Çok tedirgin. Aklında, hayatında, kalbinde neyle dolduracağını, nasıl
dolduracağını, doldurup dolduramayacağını bilmediği derin boşluklar var.
İnsanın içindeki boşluk da bulaşıcı. Tedirgin ve içi boşlukla dolu insanların
ancak bilimkurgu filmlerindeki dünyalarda üretilebilen kadar güçlü birer
mıknatıs olması da durumu daha karmaşık hale getirir ve sen onlardan uzak duramazsın.
Arif’le Ceren’le ayrılırken sen de pastanenin bir başka köşesinden onlara bakıp
“Ah be Arif, tutaydın şu Ceren’i elinde” diye içinizden olaya karışırsın. Sonuçta
Arif her sabah apartman boşluğundan aşağıya baktığında kafasını kaldırıp
seninle göz göze gelen ve o boşluktan sana doğru “Acele etme kanka, kapıda
sigara içiyorum” dercesine birkaç mimik yollayan insan olur. Arif’le sevdiği
eski moda bir pastanede buluşup bir yandan onun rüyalarını dinleyip bir yandan
da kahve içerken sokağı kesmek senin de rutinin haline gelir.
“Pastanenin
karşısındaki büyük eczanenin vitrinindeki erkek mankenle göz göze geldik.
Dizinde dizlik, omzunda askı, boynunda boyunluk, bileğinde bileklik, belinde
korse vardı. İçeride sakatlık gidermeye yarayan ne satılıyorsa üzerindeydi.
Aynı anda kolu kırılmış, omzu çıkmış, dizi kaymış, bileği dönmüş, boynu incinmiş,
beli tutulmuştu fakat o bütün bu sakatlıklara meydan okuyan bir tavırla dimdik
ayaktaydı. Aslen giyim mağazalarının şık koleksiyonlarını en havalı biçimde
sergilemekle görevli olduğundan, yüzünde doğuştan gelen güven dolu ama güven
vermeyen plastik bir gülümseme vardı.”
Gelgelelim sen de duvarda duran o deliği, deliğin arkasındaki
boşluğu görmeye başladığında, Arif’le aranızda zamandan bağımsız bir bağ
kurulmuş olur sen anlamadan.
Büyük ihtimalle zaten bu kitaptan sonra şöyle hissedersin; Hakan
Bıçakçı Arif’le seni bir gün tesadüfen tanıştırdı, sen Arif’le hayatı yoluna
koyma operasyonunu bir stratejisi olmasa da o gün bugündür sürdürüyorsun, Hakan’la
da artık pek görüşemiyorsunuz.
Apartman Boşluğu, her okurun
kendi içindeki loşluğa yolculuğu. Mesele, yolu görmek. Giderken giderken ne
yapacağını bilemediğin yerde bir sayfa bulur, orada Arif’le oturur iki lafın
derisini gerersin.
Yorumlar